KARA LASTİK
‘Bu hikaye, Kehf 71 ve 79’un [1] anlatmak istediklerine yeni bir bakış açısı olabilme fikriyle yazılmıştır.’
Yaşam şartlarının zorluğunun farkında olmadan, geçim kaygısının sessizce fakat oldukça sahici bir şekilde hissedildiği mahalleye gecenin ıssızlığı çökmüştü. Lambaların yanmadığı sokaklardan evlere, dalaşan kedilerin ve mesaiye kalıp eve yeni dönen babaların adımlarından başka ses gelmiyordu. Sarp yokuştan bir sokağın görece ortasında olan ve karşısında başka bir sokağın başladığı tek katlı evin bir odasında Mehmet, anne-babası ve kardeşleriyle , odada baştan sona serilmiş yer yatağında yatıyordu. Evin bir küçük odası daha vardı ve o odada da dedesi ve ninesi uyuyordu. O gece herkes erkenden uyumuştu, bir tek Mehmet’i uyku tutmamıştı. Uyuyamama nedeni, babasının tekrarlayarak çıkardığı sesler değildi, her gece duyduğundan buna alışkındı. Bir kardeşinin sağ ayağının karnında, diğer kardeşinin elinin alnında olması da onu uykudan edemezdi. Sıkış tıkış uyumak onu güvende hissettiriyordu, mesela bir gün köyde geniş bir yerde uyuduğu için çok korkmuştu. Duvarların üzerindeki eski boyanın çatladığı noktalardan sızan tuğla ve toz kokusu zaten hiç kaçıramazdı uykusunu çünkü o kokunun insanı rahatsız edebileceğini hiç fark etmemişti. O gün, karanlığa alışmış gözlerini hiç kırpmadan, gölge gibi görünen tavana dikmesinin tek nedeni heyecanıydı. Akşam yemeğinden sonra annesi, uzun zamandır hayallerini kurduğu şeyin müjdesini vermişti: 2 gün sonra babası haftalığını aldığında Mehmet’e yepyeni bir lastik ayakkabı alacaktı. Mehmet, neredeyse bir buçuk yıldır abisinin eski ve yırtık olan kara lastiğini giyiyordu. O zamanlar imkanı bulunup Mustafa abisine yeni bir kara lastik alınmıştı, Mehmet de büyük bir sevinçle abisinin eski ayakkabısını giymeye başlamıştı. Yırtık ayakkabıyı giymeye başladığında gerçekten de mutluluktan uçacak gibi olmuştu. Neden o kadar sevinmeyecekti ki? Yırtık pırtık olsa da ilk defa bir ayakkabısı oluyordu. Öncesinde sokağa çok az çıkabiliyordu, o da ayağının 3 katı olan tuvalet terliğini aşırabildiği zamanlarda gerçekleşiyordu. Minik ayaklarını terliğin üst kısmına yapıştırıp çok yavaş hareket edebiliyordu. Söz o ki, yırtık kara lastiğiyle istediği vakit dışarı çıkıp, sokakta dolanıyordu. Hoş, birçok şeyi yapamıyordu belki ama artık yapabilecekti. Yepyeni, pırıl pırıl, arkadaşları suya tuttuklarındaki gibi parlayan bir kara lastiği olacaktı. İşte bu durumun mutluluğu ve hayallerini yaşayacak olmanın yaklaştığı hissi, Mehmet’i o gece uzun süre uyutmadı.
Mehmet, lastik ayakkabısıyla koştuğu, top oynadığı, goller attığı birsürü rüya gördükten sonra annesi onu ve kardeşlerini uyandırdı. Babası her zamanki gibi erkenden işe gitmişti. Bodrum katında üretim yapan küçük bir kazakçıda günde 12 saat çalışıyordu babası. Annesi ne kadar yorulduğunu bildiğinden her sabah kocası ile birlikte uyanır, kahvaltı ettirmeden yollamazdı. Sonra etrafı temizler, “hayat” dedikleri küçük avluyu yıkayıp süpürür, sacın üzerinde ekmek yapıp kahvaltı için çocukları uyandırırdı. Çocuklar, dede ve nine ev ekmeğinin içine peynir koyup dürüm yapar ve sıcak çayla birlikte afiyetle yerlerdi. Sonrasında Mehmet ve Mustafa abisi sokağa çıkar, akşama kadar oyun oynarlardı. Mehmet o sabah, tabanıyla üstünün ayrılmadığı tek yer topuk kısmı olan lastik ayakkabılarını büyük bir kıvançla giydi. Mahalledeki arkadaşlarının hepsiyle buluştular. Nadir de olsa, birinin topu olduğunda ya sokakta oynarlar ya da sokak dar gelir ve caddeden karşıya geçip okulun duvarından atlayıp arka bahçede direği taşlardan olan kalelerin arasındaki bölgede maç yaparlardı. O haftalar mahallede başka bir furya başlamıştı. Neredeyse herkesin elinde futbolcu kartları vardı ve iki kişi karşılıklı sırayla ters olan kağıtları düz bir şekilde koyuyor, aynı takım geldiğinde son kart koyan yerdeki tüm kartları utuyordu. Her yıl belli dönemlerde hep birlikte bilye, topaç ya da bu oyunu oynuyorlardı. Öyle ki Mehmet, tüm oyunların yaz-kış gibi ayrı mevsimler olduğunu sanıyordu. Oysa durum belliydi, bakkala hangi oyun gelse tüm çocuklar o oyunu oynuyordu. Mehmet, bu oyunların olduğu dönemleri diğer zamanlardan daha çok seviyordu. Futbol oynamıyordu pek, oynasa bile kaleci dururdu sadece. Yokuş aşağı koşu yarışlarına katılmıyordu. Saklambacı pek beceremiyordu. Aslına bakarsak, hızlı hareket etmesi gereken oyunları oynamayı istemiyordu. Ayakkabısı iyi koşamayacak kadar yırtık olduğu için bu konuda özgüveni çok düşüktü. Hatta, koşmaya çalıştığı zamanlarda-topuğuna yüklenerek koşmaya çalışmasından galiba-bazen başı bile dönüyor, dengeyi iyi sağlayamıyordu. Sonuç olarak, futbolcu kartlarıyla oynaması için koşmasına gerek yoktu ve güzel bir gün onu bekliyordu. Birkaç gün önce Mustafa abisiyle “yüz bin”e 10 tane sporcu kartı almışlardı. Hemen oynamayı riske edemedikleri için bekletmişlerdi ancak kararları netti, bugün oynayacaklardı. Öğlene doğru Mustafa cebinden kartları çıkarıp 6’sını kendisi aldı ve 4’ünü de Mehmete verdi. Böyle paylaştırması doğaldı çünkü yüz bini ninesi Mustafa’ya vermişti ve Mustafa daha büyüktü. Mustafa abisi yan komşuları Ali’yle oynadı ve iki oyun sonunda tüm kartları kaybetti. İkindiye doğru Mehmet cesaretini toplayıp Ali’nin kardeşi Eyüp’le oynadı. Oyun uzadıkça uzuyor, Mehmet artık üste koyacak kartı kalmadığı için alttan çekiyordu. Yerdeki kart miktarı arttıkça artıyor, bu da Mehmet ve Mustafa’nın heyecanını katlıyordu. Derken Eyüp, Beşiktaş’ın üzerine Beşiktaş kartını koydu ve “Uttum!” diye bağırdı. Mehmet yine tüm kartlarını kaybetmişti. Abisine dönüp “Abi bizim niye hiç şansımız olmuyor?” diye dert yandı. Ama ne bilsin işte, kartı fazla olanın kazanma şansı her zaman daha yüksek oluyordu. Ne var ki, onların kartı hiçbir zaman fazla olmuyordu.
Kalan saatlerde diğer oyunları izlemek zorunda kaldılar. Gök artık iyiden iyiye kızıllaşmıştı ve havanın kararmaya başlamasına 1 saat gibi bir süre kalmıştı. Kimin boyunun daha uzun olduğunu arkadaşlarıyla tartışırlarken, bir anda evden çığlık sesi duydular. Hemen koşup içeriye girdiler, anne ve nineleri, yere düşmüş dedelerinin başında bağırarak ağlıyorlardı. Yakındaki komşular da hemen yetişmişlerdi. O sırada annesi Mustafa’ya “Çabuk koş, Mustafa amcana haber ver!” diye sızlandı. Mustafa, yakınlarda bir ayakkabı tamircisinde çalışan en büyük amcasının olduğu dükkana koştu. Mehmet, kendini ilk defa bu kadar kötü ve bitkin hissediyordu. Dedesi ölmüş müydü? Kısa süre sonra Mehmet amcası gelip dedesini sırtladı ve en yakın hastaneye götürdü. Mehmet, odadaki tek divana sindi ve dizlerini göğsüne çekip ellerini yüzüyle birleştirerek ninesi gibi dua etti akşama kadar. Dedesinin bastonuyla yavaşça dış kapıdan girdiğini görünce tüm dertleri zihninden dağıldı. Odanın kapısından, uzanmış dedesini hayranlıkla izledi ve konuşulanları anlamaya çalışsa da anlayamadı. Dedesinin tansiyon hastalığı oldukça artmıştı, tabi Mehmet bunu anlayamazdı. Yatmalarına yakın, babası elinde beyaz bir poşetle eve geldi. Dedesine gerekli ilaçları almıştı. İlaçlarını kullanacak olan dedesi iyileşecek, ölmeyecekti.
İleriki birkaç gün evde herkes hummalı bir şekilde dedeyi rahat ettirmek için çalıştı. İlaçları ilk günlerden bayağı iyileştirmişti dedeyi ve bu yüzden ev gül bahçesine dönmüştü. Günler sonra Mehmet lastik ayakkabıyı hatırladı. Anne-babasına bu halde sormaya utanıyor, dedesinin hastalığını önemsemediği sanılır diye korkuyordu. Bir gün Mehmet, evlerinin karşısındaki sokağın sağ ileri ucunda taştan bir yükseklikte abisiyle birlikte oturmuş, duvarla taşın birleştiği yeri kendilerine yol yapmış olan karıncaların geçişini izliyordu. Birkaç oflama puflama sonucunda cesaretini toplayan Mehmet, “Abi!” dedi: “Annemler benim lastik ayakkabı işini unuttular mı? Dedem hastalanmışken sormaya utanıyorum.” Abisi Mustafa, gözünü karıncalardan ayırmadan: “Ne unutması akıllım! Unuturlar mı hiç? Dedemin ilaçları çok pahalıymış. Babamlar konuşurken duydum. Domates almaya bile paramız yokmuş. Böyle bir durumda alamazlar ki senin lastik ayakkabını.” Bu sözlerden sonra Mehmet yavaşça eve doğru yürüdü. İçinde, tanımlayamadığı kadar geniş bir boşluk, anlamsız bir burukluk vardı. Kızabileceği veya küsebileceği hiçbir şeyi yoktu. Dedesinin hastalığından dolayı lastik ayakkabı alınmamasına üzülecek hali yoktu. Yalnızca, kurduğu hayallerin suya düşmesinin ağırlığından, gözlerinden yanaklarına birkaç yaş süzülmüştü. Eve girerken, yırtık lastiğine son bir haftada ne kadar hor davrandığını anımsayıp, onu yeniden önemsemeye karar verdi. İçindeki taşları hayata döküp, gölge bir yere ayakkabıyı bıraktı. O günü evde geçirdi, sonraki günler de çok sessizdi, pek dışarı çıkmıyordu. Annesi ondaki bu değişikliği elbette fark etmişti fakat hem ev işlerinin çokluğundan hem de kara lastikle alakalı umutlandırdığı için kendisine kızmasından ötürü güzel Mehmet’inin üzerine gitmiyordu. Sayılı günler bu şekilde geçtikten sonra Mehmet evde duramayacak kadar sıkılmıştı. Dış kapıyı açıp sola döndüğünde Mustafa abisinin Ali’yle ateşli bir şekilde konuşup onu ikna etmeye çalıştığını gördü. Günlerdir futbolcu kartı oyununu oynamayan Mustafa, aşırı sayıda kartı olduğunu bildiği Ali’yi ona borç kart vermesi için ikna etmişti. Mustafa, geri nasıl ödeyeceğini hiç düşünmemişti, çünkü o gün kazanacağına emindi. Üst sokaktan bir çocukla oynadılar ve çocuğun 8 kartını uttu. Yeniden oynama işine hiç girmeyen Mustafa hemen borcunu ödedi ve günü bu şekilde kapattı. Mehmet ve Mustafa abisi akşam yemeğinde uzun süredir ilk defa bu kadar neşeliydiler. Mustafa durmadan “içindeki kazanma hissi”nin hala aynı olduğunu Mehmet’e söylüyor, birlikte gaza geliyorlardı.
Ertesi gün annelerine, dış kapının önüne serilecek hasır ve taşınacak eşyalar için yardım ettikten sonra arkadaşlarıyla buluştular. Her yılın bu zamanı mahallenin kadınları, köylerinden gelen kırmızı biberleri kapılarının önünde kesip belli bir hale getirir, sonrasında biber kıyma makinesinin olduğu traktör, sokakları gezer ve onun yardımıyla biber salçası yapılırdı. Bu yüzden, çocuklar rahatça oynayabilecekleri alan bulamazlar ve anneleri de ayak bağı olmasınlar diye caddenin karşısına geçmelerine izin verirlerdi. Oyun oynayabilecekleri güzel bir alan bulduklarında Mustafa yine kazanmaya başladı. Kazandığı her seferinde çok kart kazanıyor, kaybedince ise çok az kaybediyordu. Saatler sonra o kadar çok kartları olmuştu ki Mustafa’nın tüm cepleri dolmuş, kalan kartları ise, Mehmet tişörtünün alt ucunu göğsüne kaldırmış, aradaki boşluğa koymuştu. Kartının olmamasının ne demek olduğunu iyi bildikleri için isteyen çocuklara birkaç tane verdikleri dahi oluyordu. Her şey oldukça mükemmel giderken, zaferin verdiği sarhoşlukla etraflarındaki kişilerin gittikçe tanımadıkları ve tuhaf insanlar olduklarını fark etmemişlerdi. Mustafa oyuna devam ederken büyükçe bir çocuk Mehmet’in yanına gelip hafifçe iterek, “Ver bakalım o kartları!” dedi. Mehmet’in “Abi!” diye bağırmasıyla Mustafa hemen yanına gelmişti ve çocukla biraz dalaştılar. Birbirlerine laf saydıkça sayıyorlardı. Kısa süre içinde Mustafa çembere alınmıştı. Bu durumu fark edip sıyrılmaya çalışan Mustafa ilk adımı atar atmaz burnuna bir yumruk yedi. Mehmet tişörtünü bıraktı ve abisine doğru davrandı ancak çemberdeki çocuklardan birisi dirseğiyle vurdu ve arkadaki duvara kafasını vurarak yere düştü. Abisinin altı-yedi tane çocuktan yediği tekmeleri, yumrukları izlerken dehşet içindeydi Mehmet. Ayağa kalkma hissine göğsündeki ağrı engel oluyordu. Sinirden titreyen ellerini kaldırabilecek hali bile yoktu. Göğüs boşluğunda savrulan kalbinin sert atışlarını öyle hissediyordu ki, bu his bütün vücudunu uyuşturdu. Çok geçmeden gözlerini yumdu. O sırada, eve su içmeye gitmiş olan Ali oyun yerine gelip bu durumu görünce “Polis!” diye bağırarak üzerlerine koştu. Çocukların hepsi telaş ve korku içinde kaçıp uzaklaştılar. Kan ter içinde yerde uzanmış Mustafa, Ali’nin “Mehmet’in saçındaki kana bak!” demesiyle yerinden fırladı. Mehmet’in kafasını kucağına kaldıran Mustafa, “Çabuk anneme haber ver!” diye hıçkırınca Ali hemen koştu. Kanayan kafasına, açılmayan gözlerine inat Mustafa, Mehmet’in öldüğüne inanmamaya çalışıyordu. Mehmet’in yanağında gözyaşlarının damladığı yerleri öperek “Dayan abiciğim! Ne olur dayan!” diye yalvarıyordu.
Hastaneye zor yetiştirilen Mehmet’in hastalığı, kafasının kanamasından evlaydı. Kalp spazmı geçirmişti. Kalp kapakçıklarından biri de yetersizdi. Acil ameliyat olması gerekiyordu. Çaresiz anne-babası, kardeşleri ve akrabaları hastanede bekleyişteydiler. Mahallede onları sevip de “Mustafa emminin torunu, Hüseyin’in oğlu hastaneye kaldırılmış.” sözünü duyan tanıdıklar da yanlarına gelmişti. Bir vakit sonra onu ameliyata alacakları haberi geldi. Doktor yanı başında narkozu vermeden önce Mehmet biraz olsun kendine gelmişti. “Mustafa abi! Abime yardım edin!” diye sayıklıyordu. Narkozun etkisi başladıktan sonra “kara lastiğim” sözünü tekrar edip durdu Mehmet. O hali gören doktor, her insanın bilinçaltının narkozun etkisiyle ortaya çıktığını bildiğinden bu sözün ne anlama geldiğini merak etmişti. Başarılı sayılabilecek bir ameliyatın ardından uzun süre uyudu Mehmet. Bu süre zarfında doktoru, duyduğu iki kelimenin ne anlama geldiğini Mehmet’in anne-babasına sorduktan sonra, yakınlarında olan ama apayrı bir Dünya’yı yaşayan bu insanlara yardımcı olabilmek için bir şeyler yapmaya karar verdi ve ailenin temel ihtiyaçlarını karşılayacağını söyledi. İlk iş olarak, Mehmet uyandığında başucundaki beyaz ve güzel ayakkabıyı görmeliydi. En derinlerde, en hüzünle, büyük özlemlerle görülen onlarca hastane rüyasında Mehmet “kara lastiğim” diye içinden sayıkladı. Sokakta koşuyor, arkadaşlarıyla yarışıyor, ayaklarına taş girmiyor, ayakları terleyip de kızarmıyordu. Gözlerini açıp da yepyeni kıyafetleri ve ayakkabıyı görmeden önce Mehmet’in son rüyasında, mahalledeki tüm çocukların ayağında güneşin altında parlayan, su tutulmuş gibi yeni, yumuşak ve vefalı bir ayakkabı vardı: Kara Lastik…
Muhammed Furkan Yaşar
[1] “Nihayet gemiye bindikleri zaman, Hızır gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi:”Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.”
“Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.”